Hiçbir şey mutlak, havada asılı değildi...
Hayat üzerine, insan üzerine, ilişkiler üzerine, zihnin derinlikleri üzerine, uyku kaçırtan, kafayı kurcalayanlar üzerine beyin salatası, fikir kültür fizik programı
Perşembe, Nisan 08, 2021
Çarşamba, Ocak 16, 2019
Tamirci
Kendini bildi bileli, etrafında tamir etmediği, daha iyi
duruma getirmediği bir şey kalmamıştı. Sürekli
bir şeyleri ya daha iyi hale getiriyor ya organize ediyor, geliştiriyor ya da sistem
haline getiriyordu.
Tamirciydi o… Mekanikçi, söküp-takıcı, çözücü, birleştirici,
sentezleyici…
Cansız ne varsa iyileştiriyordu…
Fonksiyondu, sıfattı, işlevdi.
Onun yaptığı, ondan beklenen, onun yolu buydu…
Süreli tamir edecek bir şeyler arıyordu…
Ses varsa bozuktur diyor; ses yoksa, gene bozuktur diyordu.
Bozulmamış olabileceğini düşünmüyor, düşünemiyordu.
Ama kanıyordu tamirci…
Elleri, kolları, her tarafı kesik içinde, çizik içinde…
Kimi kapanıyor gibi, kimi çok taze kan sızdırıyor, kimi iltihaplanmış,
kimi nasırlanmış ama hepsi ya da hiçbiri bir türlü tam olarak iyileşmiyordu…
Hep hareket halindeydi o deri, durmuyor, iyileşemiyordu.
Kurcalamaktan, söküp takmaktan, aşınmış, yalama hale gelmiş
gıcırdıyor, takırdıyor, ses çıkarıyor, huzur kaçırıyor, tekliyordu. Ama bir
türlü hurdaya da çıkamıyordu…
Bu öle bir döngüydü ki, olur da biri yaralarına pansuman
yapmaya gelse, gene kendini tutamıyordu tamirci.
Bu sefer “hemşiresini” tamir etmeye kalkıyor, ona parça
takmaya, yama yapmaya, ya da fonksiyonunu arttırmaya çalışıyordu. Kimse bu kadar somunu, bu kadar cıvatayı bu
kadar oynamayı gıcırdamayı kaldırmıyor, “hemşire” pansumanı bırakıp canının
derdine düşüyor, kaçıyor, kaçırılıyordu.
Bir tek canlılığı anlamıyordu, tamirci, bir tek onu tamir
edemiyordu. Her şeyin mekanizmasına bakıyor da bir tek canlıya bakamıyordu.
Oysa ne çok şey biriktirmişti yıllar boyunca.
Oradan bir parça, şuradan bir menteşe, bir cıvata, bir
manivela, bir ip, bir anahtar, aletler edevatlar… Oradan buradan toplanmış bir
yığın, bir sürü çıkma eşyalar, parçalar, yardımcılar.
Ona sorsan hepsinin bir zamanı var, bir görevi, bir işlevi
vardı.
Hep onu aradı belki de, o her şeyi çözecek, her şeyi tıkır
tıkır çalıştıracak, takım çantasını depoya kaldıracak o sihirli parçayı aradı.
Her taşın altına baktı, her kapağı açtı, her kabuğu kırdı,
her kapıyı zorladı, bir türlü o kilit taşını, o zemini, o her şeye oturacak,
sürtünmeyi kaldıracak parçayı bulamadı…
Onun yerine, lazım olur diye bir sürü çer çöp topladı.
Koca bir ıvır-zıvır yığınıyla baş başa kaldı.
Çok büyük bir yığınla, başka kimsede olmayan büyüklükte bir
yığınla….
Bir zamanlar bir makinanın parçası olan, ama tek başına hiçbir
işe yaramayan birbirine uymayan hırdavatla….
Tam ortada duruyordu bu yığın…. Her şeyin, evinin,
dükkanının, mekanının yani var olduğu yerin her şeyinin tam ortasında. Her şeyi
dolduran, başka bir şeye zar zor alan bırakan, yığına ait olmayan hiçbir şeye
var olma hakkı bırakmayan bir yığın…
Tamirciliğin bedeli, tamircinin terekesi…
Yıllar geçtikçe yığın büyüdü, yanına konan her şey yuttu,
yığın oda, oda yığın oldu.
Hepsi tamircinin atölyesi oldu, yığından başka tamir
edilecek bir şeye yer yoktu artık…
Artık tamire çağıran da yoktu, ne kapıyı çalan, ne pansuman
yapan, ne de yara açan…
Yığından başka hiçbir şey yoktu.
Yığının yanında tamircinin kendisi bile zar zor seçiliyordu…
Sonra… Sonra sıkıldı tamirci, bıktı. Belki de umudu kesti kim
bilir? Yığınla baş başa kaldığını belki ilk kez bu şekilde anladı…
İşte o zaman durdu, soluklandı. Belki oturdu, sigara yaktı.
Yığına daha yakından bu sefer bir şey aramadan, ilk defa amaçsızca baktı….
Sonra biraz daha baktı, sonra biraz daha, sonra biraz daha…
Bir süre sonra vida, çivi somun, conta, cıvata yani hırdavat
görmemeye başladı, onun yerine şekiller belirmeye başladı gözünün önünde. Orada
bir üçgen, biraz yanında bir kavis, az ileride bir köşe, daha ileride bir
elips, belki bir daire.
Bir sürü form bir sürü şekil, kimi paslı, kimi parlak, bir
sürü metal, plastik, ahşap…
Bir sürü malzeme, bir sürü biçim…
Derken içlerinden birini alıp elinde gezdirmeye başladı. Sonra
bir tane daha aldı, ikisini birbirine geçirdi. Sonra o vidayı ekledi, ucuna
ilerde duran menteşeyi taktı. Hepsini yandaki üçgen metal çerçevenin içine sıkıştırdı
ve bu böyle devam etti.
Birini diğerine tutturdu, ötekini başkasına geçirdi gruplar
oluşturdu, grupları birleştirdi…
Böyle kim bilir ne kadar zaman, ekleyerek eklemleyerek,
kafasını kaldırmadan devam etti.
Ne kadar zaman sonra bilinmez, kafasını kaldırdığında yığının
eskisi kadar büyük bir yığın olmadığını çok daha küçük gruplar, öbekçikler
haline geldiğini gördü.
Biraz olsun hava girmişti odaya, biraz olsun nefes alacak
yer kalmıştı. Artık biraz olsun ışığa yer vardı….
Işık daha fazla girince, şekillerin yarattığı gölgeler de bir
bir ortaya çıkmaya, belirginleşmeye başladı… Ne de olsa artık gölgeye de daha
fazla yer vardı…
Derken durdu tamirci duvara yansıyan bu garip şekillere
baktı, baktıkça baktı ve baktıkça sanki şekiller canlanmaya başladı.
Bir kuş muydu o, köpek mi, çok uzun zaman önce gördüğü ama
şimdi hemen tanıdığı bir yüz mü, o yüz mü, yüzler, mi?
Kafasını her oynatınca, baktığı yer ve pencereden ya da
lambadan sızan ışığın vuruş açısı her değiştiğinde bambaşka şekiller, bambaşka
görüntüler, bambaşka hikayeler çıkmaya başladı ortaya…
Bazen bir manzara, bazen birileri, bazen biri, bazen bir uzay
gemisi, bazen bir kulübe, bazen de adı olmayan ama görüntüsü çok güzel olan pek
çok şey, şekil, biçim.
Kimi parlak, kimi paslı, kimi gölge kimi ışık...
Bu böyle devam edip gidiyordu. Tamirci yığındaki şekilleri
birbirine eklemledikçe yeni öbekler, yeni biçimler oluşuyor, bunlar ışık gölge
oyunları, parlamalar ve yansımalarla yeni yeni hikayeler, yerler, kişiler
anlatıyordu.
Bu böyle sürdükçe de yığının hacmi azalıyor artık odada
ileri geri yürümek bile mümkün hale geliyordu…
Gene böyle bir anlarda, gene elinde parçalarla uğraşırken tamirci,
odanın belki daha önce hiç gitmediği, belki de unuttuğu bir köşesinde buldu
kendini. Sahi bu oda bu kadar metrekare var mıydı, bu odada bu kadar yer var mıydı?
Bunları düşünürken kafasını kaldırdı, yığınına, eserine,
oyuncağına, bedeline artık ne derseniz deyin uzaktan, uzun zamandır belki de
hiç olmadığı kadar uzaktan baktı ve daha önce hiç görmediği, bir gölge gördü,
diğer tüm gölgelerin toplamından bir gölge, bir surat, bir sima…
O kemerli yapıyı, o sert hatları, o çizgileri hemen tanıdı… Hatta
hangi kıvrımın hangi parçaların gölgesinin vurmasıyla olduğunu bile tanıdı, ton
farklarını tanıdı, çıkıntı ve girintileri tanıdı…
Sonra tekrar gölgenin bütününe baktı, orada duran simaya
baktı…
Nefes nefese bakarken, yorulduğunu fark etti, ışığı kapatıp,
ıvır zıvırının yanına, kanepesine kıvrıldı.
Ertesi gün tamircinin atölyesinde ilk defa tamir yapılmadı.
Pazar, Haziran 03, 2018
Korku
Kendini bildi bileli buralarda bu kızgın güneşin altında, bu
sarı kumların üstüneydi başka bir yer görmemişti, başka bir yer diye bir şey
olduğunu düşünmemişti bile, onun dünyası burası, onun kuralları bu dünyanın
kurallarıydı.
Ve bu kurallar basitti.
Av ya da avlan. Öl ya da öldür. Yaşa ya da öl. Başka bir
kural da yoktu.
Yaşatmak, sevmek, paylaşmak yoktu.
Sadece sarı kumlar, kızgın güneş ve hayatta kalmak vardı,
zaten ötesine de gerek yoktu
Ve oyun bu olunca, bu kadarlık olunca, o bu oyunun kralıydı.
Akrepten başka kim olacaktı ki çölün kıralı.
Kapkara, irice bir akrepti o.
Güneş, güneş doğru açıyla vurduğunda parıl parıl parlayan,
simsiyah, pürüzsüz sert bir kabuk.
Ona sorarsanız akrep der miydi kendine meçhul? O neyse oydu,
hep öyle ola gelmişti, öncesi, sonrası yoktu, sadece kumlar vardı, kumlar hep
oradaydı…
Kumların oyunu hayatta kalmaktı ve kumlar onu tam da bu oyuna
göre donatmıştı.
Önce kabuk, o içerisine hiçbir şey işlemeyen, zırh gibi sert
kabuk.
Sonra bacakları, gerektiğinde hızlıca yaklaşmasına ya da
uzaklaşmasına izin veren, her türlü kemirgen ve sürüngeni yaya bırakan
bacakları.
Ya kıskaçları? O dev gibi tuttuğunu koparan, kopardığını
bırakmayan kıskaçları.
Sonunda da en ölümcülü, boğum boğum kuyruğunun arkasında tüm
azametiyle göye yükselen iğnesi, iğnenin içindeki zehir dolu kesesi.
O kese ki, kumların efendisi yapmıştı onu sokar sokmaz
soktuğunun iliklerine işleyen, karışındakini önce felç eden o zehir ve o zehrin
ılık ılık aktığı kurbanın gözlerdeki korku.
İşte bunlardı onu o kavurucu çöl kumlarında kasıla kasıla
dolaştıran. Mükemmel dişlilerden oluşan mükemmel bir makine olmanın verdiği
güç…
Güneşin altında bunları bilerek ilerliyordu ki, birden garip
bir şey oldu, birden çok sıcak oldu, sanki güneş tepeden üzerine doğru yaklaşmıştı...
Önce anlam veremedi, sonra onları gördü, cayır cayır yanan,
yanmakla kalmayıp etrafını saran alevleri.
Birden duraksadı, etrafına baktı her yerde alev vardı, ona
göre dev gibi olan, yukarıya, çok yukarıya uzanan kızgın kavurucu alevler,
Ama o alışkındı sıcağa, donanımlıydı da bugüne kadar hiçbir
kavgadan kaçmamıştı hiçbir rakibine geri adım atmamış, hiç kolay lokma
olmamıştı. Önündeki alevlere de olmayacaktı.
Kuyruğunu tüm haşmetiyle yukarı kaldırdı, kısaçlarını kıstı
ve alevlerin içine doğru kendini attı ama yaklaşmasıyla, sıcağın tokadını her
yerinde hissetmesi bir oldu, alevlerin sıcağı onun alışık olduğundan bile
fazlaydı. Mecbur geri adım attı.
Ama her geri adımda kararlılığı daha da arttı ne yapacak
edecek o alevleri aşacaktı, sol taraftan denedi olmadı, sağ taraftan denedi
olmadı, önden denedi olmadı arkadan denedi olmadı
Kumu kazmaya çalıştı ama alevlerin altındaki kum da çok
sıcaktı, ne yaptıysa o çemberin içinden çıkamadı.
O zaman içinden içgüdülerinden gelen kadim bir ses ona ne
yapması gerektiğini fısıldadı.
Onun için, o mükemmel organizma için yenilmek söz konusu
olamazdı.
Nedenini bilmiyordu ama, onun için yok olmak, yenik olmaktan
çok daha doğru, çok daha anlamlı geliyor, içinden bir ses ne duruyorsun yapman
gerekeni yap diyordu.
Yapılacak şey belli olmuştu o heybetli kuyruğunu son bir kez
kaldıracak, o gurur duyduğu iğnesini ve zehrini bu kez kendine saplayacaktı.
Sonra da ona yakışır şekilde hayatı son bulacaktı.
Ama bir şey oldu, yapamadı. Kuyruğunu kaldırmaya çalıştı,
kuyruğu bir türlü yükselmiyor, vücuduna yetişemiyordu, sanki kuyruk onun
kontrolünden çıkmış, donakalmıştı, kendini ne kadar zorladıysa zorlasın olmadı…
Neden olmadığını sonradan, yavaş yavaş anladı, daha doğrusu
hatırladı.
O hiçbir zaman akrep olmamıştı, kıskaçlarının olması gereken
yerde ince bacaklar görüyordu, kuyruğunun olması gereken yerde de akrep
bacaklarının olması gereken yerde de hep ince bacaklar görüyordu.
İncecik örümcek bacakları.
İşte o an ne olduğunu hatırladı, bir örümcekti o.
Kavurucu çölde bir başına, çelimsiz bacaklı bir örümcek.
Belli bir özelliği, korku salan bir durumu yoktu, hiçbir
zaman da olmamıştı.
Ne ara akrep olduğunu düşünmeye başladı, ne ara örümcekliğinden
kaçtı hatırlamıyordu ama içten içe örümcek olduğunu duyumsadı.
Akrebin kuyruğunun gölgesi altında örümcek kayboluyor, o
çelimsiz bacaklar, o yapış yapış sıvılar kayboluyordu. Akrebin gölgesi ölümü
ondan uzak tutuyordu.
Terrayumun başında mesaisine devam eden bilim insanları
tehdit altındaki akrep davranışlarını gözlemliyordu.
Bazı akreplilerin akreplilerini yapıp alev çemberinde
kendilerini soktukları gözlemlenirken, bazılarının ise önce hareketsiz kalıp,
sonra top gibi büzüşerek yavaş yavaş kavrulduğu, gözlem defterine not alındı.
Cumartesi, Nisan 14, 2018
Yeraltı
Bir sağa kaydırmayla başladı her şey, ki bu zamanlarda
fazlası da fazlaydı zaten. Kimsenin ‘zoom’ yapmaya vakti yoktu, gerek de yoktu
belki. Nasılsa hayatlar kurulmuş, düzenler oturmuştu, yollar kesişirse kesiştiği
kadardı zaten her şey. Ötesi… Ötesi de “Instagram”lık kadardı.
Bu beklentisizlikle, öylesine bir bakarken görmüştü onu. Pek
de farklı bir özelliği olmayan, yüzlerce benzeri olan, hep “tatliş”, hep mutlu,
hep neşeli, öyle kötü titreşimlerle falan işi olmayacak mükemmel yüzeysellikteki
kızı.
Proflindeki resimler hep neşeli, hep gezme halinde, hep
sıradandı. Çekirdek gibi, çerez niyetine bir profildi işte, diğer onlarcası
gibi onu da sağa kaydırdı. Yani kaydırmış olmalıydı bir ara…
O da kaydırmış olacak ki, uygulama, mecnun leylayı
bulmuşçasına, gereksiz bir coşkuyla yaptığı eşleştirme bildirimini yaptı. O
zaman tekrar baktı profile “fena değil, gideri var” diye düşündü. Olay belliydi
zaten hobilerine, gittiği yerlere ilgi göster, çok eğleniyormuş gibi yap,
‘salaklık’ kalkanını kaldır, işine bak, alacağını al, uza…
Böylece 3-5 muhabbetten sonra buluşma da ayarlanmıştı. Yemek,
sonrasında belki bir yerlerde devam etme, klasik. Buraya kadar her şey normal,
tanıdık, beklendiği gibiydi.
Bir Cuma akşamı böyle buluşmalara uygun bir mekanda buluşuldu.
O bir 15 dakika erken gelmişti temkin insanı olarak.
“Ay geç kaldım, kusura bakma feci trafik vardı” diye telaşla
oturdu karşısındaki, iki soluklanma ardından -e naber, -ay sorma çok yoğun, -hayatta
zor, -beyaz yakalık da çekilir dert diye rutin maddeleri tek tek listeye tik
atarak gitti sohbet. Arada biraz müzik, biraz popüler kültür referansları,
diziler, dozunda bir “duyar kasma” ve politik hassasiyet, kendini sevmenin
erdemleri derken, akreple yelkovan “bırakın bizi” dercesine hızla ilerliyordu.
‘Date’ cephesinde yeni bir şey yoktu anlayacağınız. Ama bu
tiyatroda alan da, satan da rollerini biliyor, en azından herkesin
beklediğinden fazlasını beklemiyordu.
Sonra saat ilerledi, hesap ödendi kadın “hangi devirde
yaşadığından olacak” bana gelmek ister misin?” dedi, adam “bir kahve içerim”
dedi ölçülü bir isteklilik içinde, kalktılar eve gitmek üzere taksiye bindiler.
‘Date’ cephesi tüm sıkıcılığıyla bekleneni veriyordu.
Sonra, tabii ki de duvarlarla çevrili sitelerin olduğu bir
sokağa geldiler. Adam sitelerden hangisi acaba diye düşünürken kadın “burası”
dedi taksiye. Boş bir arsanın önünde durmuşlardı. Herhalde “elaleme reklam
olmasın” diye düşündü adam içinden. Biraz yürüyeceklerdi ki bu tasarlanmış bir fırsat
da olabilirdi.
Ama hayır arsadan aşağı yürümeye başladılar. Yokuş aşağı
inen, boş, hiçbir özelliği olmayan, etraftaki sitelerin ışığı olmasa zifiri
karanlıkta kalacak olan, dibinde sonlarını bekleyen birkaç gecekondunun olduğu
bir arsada ilerliyorlardı.
Şaşırmıştı şaşırmasına ama pot kırmak da istemiyordu. Belli
ki oyuncu bir kişilikti bir karşısındaki. Bir sürpriz vardı anlaşılan, ama bir
yandan da “sakata gelmesek bari” diye de düşünüyordu normal olarak.
Hayır öyle olmadı az ilerde kimsenin dikkat etmediği, kimseye
de bir faydası olmayan küçük bir kayalığa yöneldiler. Yaklaştıkça kayalığın
altında doğru inen belli belirsiz bir kovuk gördüler, eğilerek geçmek anca
mümkündü.
Fantezi herhalde derken kız içeri girdi, o da doğal olarak
takip etti. Zaten artık otomatik pilotta denilebilirdi. Sonuçta bu kadar
gelmişti.
İçeri girince şaşkınlığı katlanarak arttı. O dar girişten
sonrasında içeride mağara denebilecek bir oluşum vardı. Bir yerden belli belirsiz
bir ışık da geliyordu. Anca önünü görecek kadar.
Düşmemeye dikkat edip güçlükle önündeki kadını takip ederken
“böyle bir tipin burada ne işi var” diye düşünüyordu doğal olarak ve tabii ki
değerli böbreğini organ mafyasına kaptırmaktan da korkuyordu. Ama her seferinde
merak ve hormonlar galip geliyor ürkek adımlarla takibe devam ediyordu.
Yanlarından belli belirsiz, dere bile denemeyecek bir su
akıyor, ara ara damlama sesleri duyuluyordu. Bir ara tökezlediğinde eli
mağaranın duvarına değdi. Duvarlar da ıslaktı, “burada rutubetten başka ne olur
ki zaten” diye düşündü.
Böyle tam bilemese de herhalde bir 500mt falan gitmişlerdi.
Takip ettiği kadın arada dönüp “az kaldı” demese bunu da fark etmeyecekti. Gerçekten
birden mağaradaki patika bitmiş, karşılarına duvar benzeri bir yapı gelmişti. Dik
bir kayalık mıydı yoksa? Ne olursa olsun yolun bittiği kesindi.
“Daha ötesi olamaz” derken duvarda bembeyaz bir kapı onları
karşıladı. Kadın sanki apartman dairesindeki evine girermiş gibi çantasına
elini attı, apartmanda oturan her beyaz yakalı kız gibi 5dakka arandıktan sonra
tüylü, pelüş, “ponçik” anahtarlığını çıkardı. Bu arada her seferinde kayboluyorum
bu çantanın içinde diye küçük tatlı bir şaka yapmayı da ihmal etmedi.
Kapı açıldı, adam içinden “içerde ne var acaba derken” bir
kat daha şaşırdı. İçerisi 3-5 m2’lik küçücük, küp gibi bir odadan ibaretti. Ama
beyaz yakalı kadın profilinden beklenecek şekilde döşenmişti. Sade ama zevki
eşyalar, eşyalar derken evden ziyade bir
oda gibi bir dekor. Bir kitaplık, bir TV ünitesi, bir koltuk, bir gardırop
duvarlarda bir iki reprodüksiyon resim.
Artık daha fazla şaşkınlığını gizleyemedi. “Burada mı
yaşıyorsun?” diye sordu. “Evet çok seviyorum” dedi kadın. “Biraz küçük değil mi?”
dedi adam, sanki ortamdaki en garip şey metrekareymişçesine. “Bana yetiyor,
akıllı kullanırsan değil” dedi kadın.
Sonra da gururla evinin akıllı özelliklerini göstermeye
başladı. Gardırop yatak oluyordu, kütüphaneyi çekince banyoya geçiliyordu ki o
da 2m2 var mıydı acaba? Ev diye geldikleri adeta akıllı bir karavan ya da internete
görülen akıllı mobilyalar gibi içinden bindir şey çıkan bir fonksiyon şaheseri
çıkmıştı. Her şeyin altından bir şey çıkıyor, her şey başka bir işe de
yarıyordu. Ki itiraf edelim bu garip olsa da havalı bir şeydi.
Koltuğa oturdular. Kadın uygun bir müzik açtı. “Bir şey içer
misin?” dedi. “Olur” dedi adam. Düğmesine basınca orta sehpa yukarı kalktı
içinde bir mini bar vardı. Oradan bir şeyler koydular kendilerine.
Adam daha fazla tutamadı kendini. “Burası nasıl bir yer?”
diye sordu ürkekçe. “Nasıl yani?” dedi kadın. “Evim işte, herkes bir evde
kalmalı değil mi?”
“Hayır anlatamadım” dedi adam. “Burası mağara, üstelik sitelerin
arasında boş bir arsada. Bu normal mi güvenli mi?”
“Ha o mu? Arsa benim paylaşmak istemedim” dedi kadın. Peki
mağara? O neyin nesiydi? “Çok tatlı dimi?” dedi kadın. “Çok orijinaldi, bozmak
istemedim”
Ya içkisine bir şey koymuştu kadın ya da dalga geçiyordu. “Başka
bir açıklaması olamaz” diye düşündü içinden ama sormaya da devam etti.
Peki dedi güvenlik? “E mağara ya işte” dedi kadın “daha
güvenli neresi olacak” derken de göz kırptı muzırca. Vücut dili “sen boş ver bunları” derken, eli
kolu da hafiften yaklaşıyordu, adam köşesine mıhlanmış, şaşkınlıkla
kalakalmışken...
“Tamam onu da anladık diyelim. Ama madem arazi senin, mağara
senin; niye bu kadarcık alana sığdırdın her şeyi, niye genişletmedin” diye
sordu adam.
“Daraldın mı?” diye sordu kadın. “Sana dar mı geldi?” “Yani”
dedi adam, “sence de öyle değil mi?” “Yoo, nereden çıkardın?” dedi kadın. “İhtiyacım
olan her şey burada, geniş geniş” dedi.
Geniş geniş? Tamam delinin teki vardı karşıda bu çok netti.
Sorgulamayı bırakırken sorularına devam etti. “Peki bu öndeki gecekondular,
onları niye çıkarmadın madem arazi seninse?”
“Niye çıkarayım?” dedi kadın. “Komşum onlar benim. Sen de bir
garipsin, yabani miyiz?” dedi. “Ne zararları var?” dedi. “Sen komşunu çıkarıyor
musun?” dedi… Sanki saçmalık mikrofonu el değiştirmişti, ki bunun kendisinden
daha saçma ne olabilirdi?
Kadına bir kere deli raporunu verince, şaşkınlığı biraz
dizginlenmişti adamın. Neden geldiğini hatırladı, ufaktan hamlesini yaptı. Kadının
elindeki bardağı alırken, o da gülümseyerek saçını arkaya attı. Dışarıdan,
kapının su ve damla sesleri gelirken, içeride nefes sesleri duyuluyordu.
Nefesler sıklaşır ve vücutlar birbirine karışırken mağaradaki
sular kabarmış, kapının altından sızıyor, ıslak
zeminde bedenler hararet yapıyordu…
“Hey daldın!” diye bir sesle irkildi birden. Kendine geldi, hala
aynı restoranda, aynı masada oturuyorlardı. Karşısındaki kadın heyecanla cep
telefonundan fotoğraflar gösteriyor, “bak burada da kızlarla Kaş’ta mağaranın
içine dalarken” diye fosforlu dalış elbiseleri içinde 5 tane çok neşeli kızın
poz verdiği resmini gösteriyordu.
“Geç oldu” dedi adam. “Yarın erken toplantım var kalkalım
mı?” Kadın biraz şaşkın, “peki” dedi. Hesabı ödeyip, nazikçe teşekkürleri edip
kalktılar.
Adam kendi yolunda yürürken başlayan yağmur tüm şehrin ve
onun üstüne boşalıyor, her yer sırılsıklamken adamın içi kavruluyordu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)