Çarşamba, Ocak 16, 2019

Tamirci


Kendini bildi bileli, etrafında tamir etmediği, daha iyi duruma getirmediği bir şey kalmamıştı. Sürekli bir şeyleri ya daha iyi hale getiriyor ya organize ediyor, geliştiriyor ya da sistem haline getiriyordu.

Tamirciydi o… Mekanikçi, söküp-takıcı, çözücü, birleştirici, sentezleyici…  
Cansız ne varsa iyileştiriyordu…

Fonksiyondu, sıfattı, işlevdi.
Onun yaptığı, ondan beklenen, onun yolu buydu…

Süreli tamir edecek bir şeyler arıyordu…
Ses varsa bozuktur diyor; ses yoksa, gene bozuktur diyordu.
Bozulmamış olabileceğini düşünmüyor, düşünemiyordu.

Ama kanıyordu tamirci…
Elleri, kolları, her tarafı kesik içinde, çizik içinde…

Kimi kapanıyor gibi, kimi çok taze kan sızdırıyor, kimi iltihaplanmış, kimi nasırlanmış ama hepsi ya da hiçbiri bir türlü tam olarak iyileşmiyordu…
Hep hareket halindeydi o deri, durmuyor, iyileşemiyordu.

Kurcalamaktan, söküp takmaktan, aşınmış, yalama hale gelmiş gıcırdıyor, takırdıyor, ses çıkarıyor, huzur kaçırıyor, tekliyordu. Ama bir türlü hurdaya da çıkamıyordu…

Bu öle bir döngüydü ki, olur da biri yaralarına pansuman yapmaya gelse, gene kendini tutamıyordu tamirci.

Bu sefer “hemşiresini” tamir etmeye kalkıyor, ona parça takmaya, yama yapmaya, ya da fonksiyonunu arttırmaya çalışıyordu.  Kimse bu kadar somunu, bu kadar cıvatayı bu kadar oynamayı gıcırdamayı kaldırmıyor, “hemşire” pansumanı bırakıp canının derdine düşüyor, kaçıyor, kaçırılıyordu.

Bir tek canlılığı anlamıyordu, tamirci, bir tek onu tamir edemiyordu. Her şeyin mekanizmasına bakıyor da bir tek canlıya bakamıyordu.

Oysa ne çok şey biriktirmişti yıllar boyunca.
Oradan bir parça, şuradan bir menteşe, bir cıvata, bir manivela, bir ip, bir anahtar, aletler edevatlar… Oradan buradan toplanmış bir yığın, bir sürü çıkma eşyalar, parçalar, yardımcılar.

Ona sorsan hepsinin bir zamanı var, bir görevi, bir işlevi vardı.

Hep onu aradı belki de, o her şeyi çözecek, her şeyi tıkır tıkır çalıştıracak, takım çantasını depoya kaldıracak o sihirli parçayı aradı.

Her taşın altına baktı, her kapağı açtı, her kabuğu kırdı, her kapıyı zorladı, bir türlü o kilit taşını, o zemini, o her şeye oturacak, sürtünmeyi kaldıracak parçayı bulamadı…

Onun yerine, lazım olur diye bir sürü çer çöp topladı.
Koca bir ıvır-zıvır yığınıyla baş başa kaldı.
Çok büyük bir yığınla, başka kimsede olmayan büyüklükte bir yığınla….

Bir zamanlar bir makinanın parçası olan, ama tek başına hiçbir işe yaramayan birbirine uymayan hırdavatla….

Tam ortada duruyordu bu yığın…. Her şeyin, evinin, dükkanının, mekanının yani var olduğu yerin her şeyinin tam ortasında. Her şeyi dolduran, başka bir şeye zar zor alan bırakan, yığına ait olmayan hiçbir şeye var olma hakkı bırakmayan bir yığın…


Tamirciliğin bedeli, tamircinin terekesi…
Yıllar geçtikçe yığın büyüdü, yanına konan her şey yuttu, yığın oda, oda yığın oldu.

Hepsi tamircinin atölyesi oldu, yığından başka tamir edilecek bir şeye yer yoktu artık…
Artık tamire çağıran da yoktu, ne kapıyı çalan, ne pansuman yapan, ne de yara açan…
Yığından başka hiçbir şey yoktu.
Yığının yanında tamircinin kendisi bile zar zor seçiliyordu…

Sonra… Sonra sıkıldı tamirci, bıktı. Belki de umudu kesti kim bilir? Yığınla baş başa kaldığını belki ilk kez bu şekilde anladı…

İşte o zaman durdu, soluklandı. Belki oturdu, sigara yaktı. Yığına daha yakından bu sefer bir şey aramadan, ilk defa amaçsızca baktı…. Sonra biraz daha baktı, sonra biraz daha, sonra biraz daha…

Bir süre sonra vida, çivi somun, conta, cıvata yani hırdavat görmemeye başladı, onun yerine şekiller belirmeye başladı gözünün önünde. Orada bir üçgen, biraz yanında bir kavis, az ileride bir köşe, daha ileride bir elips, belki bir daire.

Bir sürü form bir sürü şekil, kimi paslı, kimi parlak, bir sürü metal, plastik, ahşap…
Bir sürü malzeme, bir sürü biçim…

Derken içlerinden birini alıp elinde gezdirmeye başladı. Sonra bir tane daha aldı, ikisini birbirine geçirdi. Sonra o vidayı ekledi, ucuna ilerde duran menteşeyi taktı. Hepsini yandaki üçgen metal çerçevenin içine sıkıştırdı ve bu böyle devam etti.

Birini diğerine tutturdu, ötekini başkasına geçirdi gruplar oluşturdu, grupları birleştirdi…
Böyle kim bilir ne kadar zaman, ekleyerek eklemleyerek, kafasını kaldırmadan devam etti.
Ne kadar zaman sonra bilinmez, kafasını kaldırdığında yığının eskisi kadar büyük bir yığın olmadığını çok daha küçük gruplar, öbekçikler haline geldiğini gördü.

Biraz olsun hava girmişti odaya, biraz olsun nefes alacak yer kalmıştı. Artık biraz olsun ışığa yer vardı….

Işık daha fazla girince, şekillerin yarattığı gölgeler de bir bir ortaya çıkmaya, belirginleşmeye başladı… Ne de olsa artık gölgeye de daha fazla yer vardı…


Derken durdu tamirci duvara yansıyan bu garip şekillere baktı, baktıkça baktı ve baktıkça sanki şekiller canlanmaya başladı.
Bir kuş muydu o, köpek mi, çok uzun zaman önce gördüğü ama şimdi hemen tanıdığı bir yüz mü, o yüz mü, yüzler, mi?

Kafasını her oynatınca, baktığı yer ve pencereden ya da lambadan sızan ışığın vuruş açısı her değiştiğinde bambaşka şekiller, bambaşka görüntüler, bambaşka hikayeler çıkmaya başladı ortaya…

Bazen bir manzara, bazen birileri, bazen biri, bazen bir uzay gemisi, bazen bir kulübe, bazen de adı olmayan ama görüntüsü çok güzel olan pek çok şey, şekil, biçim.
Kimi parlak, kimi paslı, kimi gölge kimi ışık...


Bu böyle devam edip gidiyordu. Tamirci yığındaki şekilleri birbirine eklemledikçe yeni öbekler, yeni biçimler oluşuyor, bunlar ışık gölge oyunları, parlamalar ve yansımalarla yeni yeni hikayeler, yerler, kişiler anlatıyordu.

Bu böyle sürdükçe de yığının hacmi azalıyor artık odada ileri geri yürümek bile mümkün hale geliyordu…


Gene böyle bir anlarda, gene elinde parçalarla uğraşırken tamirci, odanın belki daha önce hiç gitmediği, belki de unuttuğu bir köşesinde buldu kendini. Sahi bu oda bu kadar metrekare var mıydı, bu odada bu kadar yer var mıydı?


Bunları düşünürken kafasını kaldırdı, yığınına, eserine, oyuncağına, bedeline artık ne derseniz deyin uzaktan, uzun zamandır belki de hiç olmadığı kadar uzaktan baktı ve daha önce hiç görmediği, bir gölge gördü, diğer tüm gölgelerin toplamından bir gölge, bir surat, bir sima…

O kemerli yapıyı, o sert hatları, o çizgileri hemen tanıdı… Hatta hangi kıvrımın hangi parçaların gölgesinin vurmasıyla olduğunu bile tanıdı, ton farklarını tanıdı, çıkıntı ve girintileri tanıdı…

Sonra tekrar gölgenin bütününe baktı, orada duran simaya baktı…
Nefes nefese bakarken, yorulduğunu fark etti, ışığı kapatıp, ıvır zıvırının yanına, kanepesine kıvrıldı.

Ertesi gün tamircinin atölyesinde ilk defa tamir yapılmadı.

Pazar, Haziran 03, 2018

Korku


Kendini bildi bileli buralarda bu kızgın güneşin altında, bu sarı kumların üstüneydi başka bir yer görmemişti, başka bir yer diye bir şey olduğunu düşünmemişti bile, onun dünyası burası, onun kuralları bu dünyanın kurallarıydı.

Ve bu kurallar basitti.
Av ya da avlan. Öl ya da öldür. Yaşa ya da öl. Başka bir kural da yoktu.
Yaşatmak, sevmek, paylaşmak yoktu.
Sadece sarı kumlar, kızgın güneş ve hayatta kalmak vardı, zaten ötesine de gerek yoktu

Ve oyun bu olunca, bu kadarlık olunca, o bu oyunun kralıydı.

Akrepten başka kim olacaktı ki çölün kıralı.
Kapkara, irice bir akrepti o.
Güneş, güneş doğru açıyla vurduğunda parıl parıl parlayan, simsiyah, pürüzsüz sert bir kabuk.

Ona sorarsanız akrep der miydi kendine meçhul? O neyse oydu, hep öyle ola gelmişti, öncesi, sonrası yoktu, sadece kumlar vardı, kumlar hep oradaydı…

Kumların oyunu hayatta kalmaktı ve kumlar onu tam da bu oyuna göre donatmıştı.
Önce kabuk, o içerisine hiçbir şey işlemeyen, zırh gibi sert kabuk.

Sonra bacakları, gerektiğinde hızlıca yaklaşmasına ya da uzaklaşmasına izin veren, her türlü kemirgen ve sürüngeni yaya bırakan bacakları.

Ya kıskaçları? O dev gibi tuttuğunu koparan, kopardığını bırakmayan kıskaçları.

Sonunda da en ölümcülü, boğum boğum kuyruğunun arkasında tüm azametiyle göye yükselen iğnesi, iğnenin içindeki zehir dolu kesesi.

O kese ki, kumların efendisi yapmıştı onu sokar sokmaz soktuğunun iliklerine işleyen, karışındakini önce felç eden o zehir ve o zehrin ılık ılık aktığı kurbanın gözlerdeki korku.

İşte bunlardı onu o kavurucu çöl kumlarında kasıla kasıla dolaştıran. Mükemmel dişlilerden oluşan mükemmel bir makine olmanın verdiği güç…


Güneşin altında bunları bilerek ilerliyordu ki, birden garip bir şey oldu, birden çok sıcak oldu, sanki güneş tepeden üzerine doğru yaklaşmıştı...

Önce anlam veremedi, sonra onları gördü, cayır cayır yanan, yanmakla kalmayıp etrafını saran alevleri.

Birden duraksadı, etrafına baktı her yerde alev vardı, ona göre dev gibi olan, yukarıya, çok yukarıya uzanan kızgın kavurucu alevler,

Ama o alışkındı sıcağa, donanımlıydı da bugüne kadar hiçbir kavgadan kaçmamıştı hiçbir rakibine geri adım atmamış, hiç kolay lokma olmamıştı. Önündeki alevlere de olmayacaktı.
Kuyruğunu tüm haşmetiyle yukarı kaldırdı, kısaçlarını kıstı ve alevlerin içine doğru kendini attı ama yaklaşmasıyla, sıcağın tokadını her yerinde hissetmesi bir oldu, alevlerin sıcağı onun alışık olduğundan bile fazlaydı. Mecbur geri adım attı.

Ama her geri adımda kararlılığı daha da arttı ne yapacak edecek o alevleri aşacaktı, sol taraftan denedi olmadı, sağ taraftan denedi olmadı, önden denedi olmadı arkadan denedi olmadı
Kumu kazmaya çalıştı ama alevlerin altındaki kum da çok sıcaktı, ne yaptıysa o çemberin içinden çıkamadı.

O zaman içinden içgüdülerinden gelen kadim bir ses ona ne yapması gerektiğini fısıldadı.


Onun için, o mükemmel organizma için yenilmek söz konusu olamazdı.

Nedenini bilmiyordu ama, onun için yok olmak, yenik olmaktan çok daha doğru, çok daha anlamlı geliyor, içinden bir ses ne duruyorsun yapman gerekeni yap diyordu.

Yapılacak şey belli olmuştu o heybetli kuyruğunu son bir kez kaldıracak, o gurur duyduğu iğnesini ve zehrini bu kez kendine saplayacaktı. Sonra da ona yakışır şekilde hayatı son bulacaktı.

Ama bir şey oldu, yapamadı. Kuyruğunu kaldırmaya çalıştı, kuyruğu bir türlü yükselmiyor, vücuduna yetişemiyordu, sanki kuyruk onun kontrolünden çıkmış, donakalmıştı, kendini ne kadar zorladıysa zorlasın olmadı…


Neden olmadığını sonradan, yavaş yavaş anladı, daha doğrusu hatırladı.
O hiçbir zaman akrep olmamıştı, kıskaçlarının olması gereken yerde ince bacaklar görüyordu, kuyruğunun olması gereken yerde de akrep bacaklarının olması gereken yerde de hep ince bacaklar görüyordu.

İncecik örümcek bacakları.

İşte o an ne olduğunu hatırladı, bir örümcekti o.
Kavurucu çölde bir başına, çelimsiz bacaklı bir örümcek.

Belli bir özelliği, korku salan bir durumu yoktu, hiçbir zaman da olmamıştı.
Ne ara akrep olduğunu düşünmeye başladı, ne ara örümcekliğinden kaçtı hatırlamıyordu ama içten içe örümcek olduğunu duyumsadı.


Akrebin kuyruğunun gölgesi altında örümcek kayboluyor, o çelimsiz bacaklar, o yapış yapış sıvılar kayboluyordu. Akrebin gölgesi ölümü ondan uzak tutuyordu.


Terrayumun başında mesaisine devam eden bilim insanları tehdit altındaki akrep davranışlarını gözlemliyordu.

Bazı akreplilerin akreplilerini yapıp alev çemberinde kendilerini soktukları gözlemlenirken, bazılarının ise önce hareketsiz kalıp, sonra top gibi büzüşerek yavaş yavaş kavrulduğu, gözlem defterine not alındı.





Cumartesi, Nisan 14, 2018

Yeraltı


Bir sağa kaydırmayla başladı her şey, ki bu zamanlarda fazlası da fazlaydı zaten. Kimsenin ‘zoom’ yapmaya vakti yoktu, gerek de yoktu belki. Nasılsa hayatlar kurulmuş, düzenler oturmuştu, yollar kesişirse kesiştiği kadardı zaten her şey. Ötesi… Ötesi de “Instagram”lık kadardı.
Bu beklentisizlikle, öylesine bir bakarken görmüştü onu. Pek de farklı bir özelliği olmayan, yüzlerce benzeri olan, hep “tatliş”, hep mutlu, hep neşeli, öyle kötü titreşimlerle falan işi olmayacak mükemmel yüzeysellikteki kızı.

Proflindeki resimler hep neşeli, hep gezme halinde, hep sıradandı. Çekirdek gibi, çerez niyetine bir profildi işte, diğer onlarcası gibi onu da sağa kaydırdı. Yani kaydırmış olmalıydı bir ara…

O da kaydırmış olacak ki, uygulama, mecnun leylayı bulmuşçasına, gereksiz bir coşkuyla yaptığı eşleştirme bildirimini yaptı. O zaman tekrar baktı profile “fena değil, gideri var” diye düşündü. Olay belliydi zaten hobilerine, gittiği yerlere ilgi göster, çok eğleniyormuş gibi yap, ‘salaklık’ kalkanını kaldır, işine bak, alacağını al, uza…
Böylece 3-5 muhabbetten sonra buluşma da ayarlanmıştı. Yemek, sonrasında belki bir yerlerde devam etme, klasik. Buraya kadar her şey normal, tanıdık, beklendiği gibiydi.
Bir Cuma akşamı böyle buluşmalara uygun bir mekanda buluşuldu. O bir 15 dakika erken gelmişti temkin insanı olarak.

“Ay geç kaldım, kusura bakma feci trafik vardı” diye telaşla oturdu karşısındaki, iki soluklanma ardından -e naber, -ay sorma çok yoğun, -hayatta zor, -beyaz yakalık da çekilir dert diye rutin maddeleri tek tek listeye tik atarak gitti sohbet. Arada biraz müzik, biraz popüler kültür referansları, diziler, dozunda bir “duyar kasma” ve politik hassasiyet, kendini sevmenin erdemleri derken, akreple yelkovan “bırakın bizi” dercesine hızla ilerliyordu.
‘Date’ cephesinde yeni bir şey yoktu anlayacağınız. Ama bu tiyatroda alan da, satan da rollerini biliyor, en azından herkesin beklediğinden fazlasını beklemiyordu.

Sonra saat ilerledi, hesap ödendi kadın “hangi devirde yaşadığından olacak” bana gelmek ister misin?” dedi, adam “bir kahve içerim” dedi ölçülü bir isteklilik içinde, kalktılar eve gitmek üzere taksiye bindiler. ‘Date’ cephesi tüm sıkıcılığıyla bekleneni veriyordu.
Sonra, tabii ki de duvarlarla çevrili sitelerin olduğu bir sokağa geldiler. Adam sitelerden hangisi acaba diye düşünürken kadın “burası” dedi taksiye. Boş bir arsanın önünde durmuşlardı. Herhalde “elaleme reklam olmasın” diye düşündü adam içinden. Biraz yürüyeceklerdi ki bu tasarlanmış bir fırsat da olabilirdi.

Ama hayır arsadan aşağı yürümeye başladılar. Yokuş aşağı inen, boş, hiçbir özelliği olmayan, etraftaki sitelerin ışığı olmasa zifiri karanlıkta kalacak olan, dibinde sonlarını bekleyen birkaç gecekondunun olduğu bir arsada ilerliyorlardı.
Şaşırmıştı şaşırmasına ama pot kırmak da istemiyordu. Belli ki oyuncu bir kişilikti bir karşısındaki. Bir sürpriz vardı anlaşılan, ama bir yandan da “sakata gelmesek bari” diye de düşünüyordu normal olarak.

Hayır öyle olmadı az ilerde kimsenin dikkat etmediği, kimseye de bir faydası olmayan küçük bir kayalığa yöneldiler. Yaklaştıkça kayalığın altında doğru inen belli belirsiz bir kovuk gördüler, eğilerek geçmek anca mümkündü.

Fantezi herhalde derken kız içeri girdi, o da doğal olarak takip etti. Zaten artık otomatik pilotta denilebilirdi. Sonuçta bu kadar gelmişti.

İçeri girince şaşkınlığı katlanarak arttı. O dar girişten sonrasında içeride mağara denebilecek bir oluşum vardı. Bir yerden belli belirsiz bir ışık da geliyordu. Anca önünü görecek kadar.
Düşmemeye dikkat edip güçlükle önündeki kadını takip ederken “böyle bir tipin burada ne işi var” diye düşünüyordu doğal olarak ve tabii ki değerli böbreğini organ mafyasına kaptırmaktan da korkuyordu. Ama her seferinde merak ve hormonlar galip geliyor ürkek adımlarla takibe devam ediyordu.

Yanlarından belli belirsiz, dere bile denemeyecek bir su akıyor, ara ara damlama sesleri duyuluyordu. Bir ara tökezlediğinde eli mağaranın duvarına değdi. Duvarlar da ıslaktı, “burada rutubetten başka ne olur ki zaten” diye düşündü.
Böyle tam bilemese de herhalde bir 500mt falan gitmişlerdi. Takip ettiği kadın arada dönüp “az kaldı” demese bunu da fark etmeyecekti. Gerçekten birden mağaradaki patika bitmiş, karşılarına duvar benzeri bir yapı gelmişti. Dik bir kayalık mıydı yoksa? Ne olursa olsun yolun bittiği kesindi.

“Daha ötesi olamaz” derken duvarda bembeyaz bir kapı onları karşıladı. Kadın sanki apartman dairesindeki evine girermiş gibi çantasına elini attı, apartmanda oturan her beyaz yakalı kız gibi 5dakka arandıktan sonra tüylü, pelüş, “ponçik” anahtarlığını çıkardı. Bu arada her seferinde kayboluyorum bu çantanın içinde diye küçük tatlı bir şaka yapmayı da ihmal etmedi.

Kapı açıldı, adam içinden “içerde ne var acaba derken” bir kat daha şaşırdı. İçerisi 3-5 m2’lik küçücük, küp gibi bir odadan ibaretti. Ama beyaz yakalı kadın profilinden beklenecek şekilde döşenmişti. Sade ama zevki eşyalar,  eşyalar derken evden ziyade bir oda gibi bir dekor. Bir kitaplık, bir TV ünitesi, bir koltuk, bir gardırop duvarlarda bir iki reprodüksiyon resim.

Artık daha fazla şaşkınlığını gizleyemedi. “Burada mı yaşıyorsun?” diye sordu. “Evet çok seviyorum” dedi kadın. “Biraz küçük değil mi?” dedi adam, sanki ortamdaki en garip şey metrekareymişçesine. “Bana yetiyor, akıllı kullanırsan değil” dedi kadın.
Sonra da gururla evinin akıllı özelliklerini göstermeye başladı. Gardırop yatak oluyordu, kütüphaneyi çekince banyoya geçiliyordu ki o da 2m2 var mıydı acaba? Ev diye geldikleri adeta akıllı bir karavan ya da internete görülen akıllı mobilyalar gibi içinden bindir şey çıkan bir fonksiyon şaheseri çıkmıştı. Her şeyin altından bir şey çıkıyor, her şey başka bir işe de yarıyordu. Ki itiraf edelim bu garip olsa da havalı bir şeydi.

Koltuğa oturdular. Kadın uygun bir müzik açtı. “Bir şey içer misin?” dedi. “Olur” dedi adam. Düğmesine basınca orta sehpa yukarı kalktı içinde bir mini bar vardı. Oradan bir şeyler koydular kendilerine.

Adam daha fazla tutamadı kendini. “Burası nasıl bir yer?” diye sordu ürkekçe. “Nasıl yani?” dedi kadın. “Evim işte, herkes bir evde kalmalı değil mi?”
“Hayır anlatamadım” dedi adam. “Burası mağara, üstelik sitelerin arasında boş bir arsada. Bu normal mi güvenli mi?”
“Ha o mu? Arsa benim paylaşmak istemedim” dedi kadın. Peki mağara? O neyin nesiydi? “Çok tatlı dimi?” dedi kadın. “Çok orijinaldi, bozmak istemedim”

Ya içkisine bir şey koymuştu kadın ya da dalga geçiyordu. “Başka bir açıklaması olamaz” diye düşündü içinden ama sormaya da devam etti.
Peki dedi güvenlik? “E mağara ya işte” dedi kadın “daha güvenli neresi olacak” derken de göz kırptı muzırca.  Vücut dili “sen boş ver bunları” derken, eli kolu da hafiften yaklaşıyordu, adam köşesine mıhlanmış, şaşkınlıkla kalakalmışken...

“Tamam onu da anladık diyelim. Ama madem arazi senin, mağara senin; niye bu kadarcık alana sığdırdın her şeyi, niye genişletmedin” diye sordu adam.
“Daraldın mı?” diye sordu kadın. “Sana dar mı geldi?” “Yani” dedi adam, “sence de öyle değil mi?” “Yoo, nereden çıkardın?” dedi kadın. “İhtiyacım olan her şey burada, geniş geniş” dedi.

Geniş geniş? Tamam delinin teki vardı karşıda bu çok netti. Sorgulamayı bırakırken sorularına devam etti. “Peki bu öndeki gecekondular, onları niye çıkarmadın madem arazi seninse?”
“Niye çıkarayım?” dedi kadın. “Komşum onlar benim. Sen de bir garipsin, yabani miyiz?” dedi. “Ne zararları var?” dedi. “Sen komşunu çıkarıyor musun?” dedi… Sanki saçmalık mikrofonu el değiştirmişti, ki bunun kendisinden daha saçma ne olabilirdi?

Kadına bir kere deli raporunu verince, şaşkınlığı biraz dizginlenmişti adamın. Neden geldiğini hatırladı, ufaktan hamlesini yaptı. Kadının elindeki bardağı alırken, o da gülümseyerek saçını arkaya attı. Dışarıdan, kapının su ve damla sesleri gelirken, içeride nefes sesleri duyuluyordu.

Nefesler sıklaşır ve vücutlar birbirine karışırken mağaradaki sular kabarmış, kapının altından sızıyor, ıslak  zeminde bedenler hararet yapıyordu…



“Hey daldın!” diye bir sesle irkildi birden. Kendine geldi, hala aynı restoranda, aynı masada oturuyorlardı. Karşısındaki kadın heyecanla cep telefonundan fotoğraflar gösteriyor, “bak burada da kızlarla Kaş’ta mağaranın içine dalarken” diye fosforlu dalış elbiseleri içinde 5 tane çok neşeli kızın poz verdiği resmini gösteriyordu.

“Geç oldu” dedi adam. “Yarın erken toplantım var kalkalım mı?” Kadın biraz şaşkın, “peki” dedi. Hesabı ödeyip, nazikçe teşekkürleri edip kalktılar.

Adam kendi yolunda yürürken başlayan yağmur tüm şehrin ve onun üstüne boşalıyor, her yer sırılsıklamken adamın içi kavruluyordu.